11 Ekim 2013 Cuma

Kısadan Acı Terennümleri

Önemsenmediğinizi hissettiğinizde bir savunma mekanizması olarak önemsersiniz, kendi umutsuz önemsizliğinizi.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
İlgilenmiyorum diyebilmenin sonsuz manevi huzuru ve yaşamsal acısı ortasında. Burası Araf. İlgilenmeyebilir misiniz Araf'ta kalmışlığınızla.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Salt bir eğlence arkadaşı ya da yatak arkadaşı iseniz O yok kişilerin yanında, terk edin kendinizi gidin bir kuytuda hayıflanın bir başınıza.
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Şimdi bir kadeh şarap koyun kadehinize ya da daha muhafazakar için kızılcık şerbeti de olur. Elzem olan kendi yalnızlığınızda, abarttığınız görmezden gelişinizin şerefine kaldıracak bir kadehinizin olması.
----------------------------------------------------------------------------------------------
Merhamet et! Ki merhamet göresin sana sırtımı döndüğümde.
----------------------------------------------------------------------------------------------
Bir gün, benim olduğum kafada, tozlu bir ekim akşamında aklına hücum ettiğinde silik yokluğum; Git mastürbasyon yap yeni ödünç yatak arkadaşlarınla.
-----------------------------------------------------------------------------------------------

Ödünçsellik Halleri

Ödünç kaldığın evlerde depresyona giremezsin. Ödünçsündür bir kere. Vakti ile teslim edileceksin yalnızlığa. Bermutat. Ziyansındır. Köksüzlük zuhur eder varlığına. Aidiyet sorunsalı, savrulan bir yaprağa dönüştürür benliğini. Kıyaslanırsın. 3. dereceden alakasız bir kıyasın ikincil ve kaybetmeye mahkum öznesidir adın.

Ödünç kaldığın evlerde yeterlidir en ufak şeyler hırpalamaya seni. Ödünçsün ve köksüzlüğünle savrulacaksın bir yaprak misali koyu gri yalnızlığına.

Heyhat! Yaşamak ne zor şey diyeceksin bu babta hülyasını gördüğün Taranta Babu'ya.

Ortaköy...

10 Ekim 2013 Perşembe

Yeni Sayfa Hakkında

Zor bir karardı aslında benim için. Bir nevi küs olduğum yanımla yıllar sonra yeniden amansızca karşılaşmak gibi. Oturduk ve bir kahve içtik onlarla. Kalabalık bir buluşmaydı. Ve gece son bulup ayrılık vakti geldiğinde, söz verdim onlara. Mahkum edildikleri tozlu raftan çıkartacak ve özgürlüklerine uğurlayacaktım. İşte bu sözün gereği açıyorum yeni sayfayı, "Çocukluktan Kalanlar"ı.

1 Ekim 2013 Salı

KISA

Oysa bir sevişmeydi yaradılış. Kim bilebilirdi ki doğumun sancısını ve ölümün soğukluğunu. Yaşamak eyleminde birer ekiz ve çekimlenmeyi bekliyoruz.

25 Ağustos 2013 Pazar

UÇKURU BOZUK GENEL AHLAK İŞ BAŞINDA

Bir kadını daha yitirdik bugün. Suçu bir erkekle telefonda konuşmaktı. Sevgilisi tarafından hunharca katledilen, ölüsüne bile saygı duyulmayıp viyadük altına atılan bir kadındı, insanlığına ek bu özelliği vardı cebinde. Uçkuru bozuk bir genel ahlak safsatası içinde ötekilenmiş, her hali, tavrı suç ve yasak ve son tahlilde katli vacip görülmüş. O, bir kadındı ve suçu bir erkekle telefonda konuşmaktı. Uçkuru bozuk genel ahlak safsatası sevgilisi kılığında katletti onu. Ölüsünü bir viyadüğün altına attı. Sevdiğinden yaptı. Nefret etse kim bilir...

http://www.hurriyet.com.tr/gundem/24588943.asp

25 Temmuz 2013 Perşembe

ÖYLE BİR MASAL

Bir masal okunur şimdi
adı bilinmeyen diyarların en ücrasında.
Gözüm değer
ırmak üstünde yürüyen
o ak tenli sevdalara.
Dokunur elleri ile
pamuk tarlalarını sever gibi.
Yürür giderim,
gölgesi önümde uzanan
uçsuz bucaksız bir nehir.
Yürür giderim kıyısından.
Korkar ya ayaklarım
değmez ayak izlerine.

Bir masal tınılanır şimdi.
Çellomun La sesinden kerterez alır
tutar yolunu
keşfedilmemiş nice tonlara.
Adını bilmediğimiz kahramanlar vardır ya
o hep merak ettiklerimiz varlıklarını
onlar yad edilir yine böyle bir gecede
okunan masalın tınıları içinde.
Beyhude kalır kırıklıklarımız
onlar ki düğün kurarlar
bir ırmak kenarında.
Çellomun La sesi ile dans eder misafirleri.

Bir masal ki içinde adı bilinmeyenlerin düğünleri,
çellom, sonsuz bir ırmak ve bilinmeyen diyarların gizleri saklıdır.



22 Temmuz 2013 Pazartesi

Dolunay Söyletti

gün doğar sonra yeniden
sevgili eli değer
arınır ten
ve kutsanırsın
bir sonraki geceye

16 Temmuz 2013 Salı

XX YA DA XY NE FARK EDER?

Yaşamlarımızın sürdürülebilir kılınması adına kurtulmamız gerektiğine inandığım olguların başında gelir cinsiyet algılarımız. Cinsiyet, cinsel kimlik ve nihayetinde cinsel yönelim sorunsallarımızla ile mücadele içerisinde geçen bir yaşamda, insan olmaya dair bir çok detayı ve dahi güzelliği kaçırır olduk. Kapitalizmin coşkunlaşması ile az önce saydığım özelliklerimiz dahi metalaştıkça içinden çıkılmaz bir çatışma ve sorunsallık hali peyda oluvermeye başladı resmen.

Kromozomal yapımın getirdiği biyolojik farklılığımın toplumsal yaşantıma yüklediği yükler canımı sıkıyor artık. Ya da benden farklı bir kromozomal yapıya sahip yoldaşlarımın yüklendiği o yüklerin amansızlığı diyelim bu sıkıntınının sebebi.

XY ya da XX ne fark eder ki?

Erkeklik; XY kromozomal yapıya sahip insan. Dahası safsata, dahası yük. Dayatma ve dahi işkence. Erkek olmanın çileşi var bu dünyada. Görülmeyen ya da itiraf edilmeyen bir çile. İnsan olmanın zaafları dışında robotik bir güç ve otorite sembolü erillik. Naif olmak, estetik olmak, renkli olmak, farklı olmak küllüm yasak. Köşeli bir kapta yetişmeye zorlanmış kübik karpuzlardan farkımız yok aslında. Asan, kesen, ezen, kendi gibi olmayanı kendine eviren, yönetmek ve taşımak yükümlülüğü olan, tüketen, üretmekten bir haber. Kendi başına yaşamaya ırak tutulan. Tutsak yetiştirilen bir insancıklar topluluğu olmak. Önünde her kapının açık her yolun mübah olduğu, beyinsel işletim sisteminin tek düze ve "easy" modunda çalıştırıldığı sıkıcı bir yaşam formu erkek olmak.

Kadınlık; XX kromozomal yapıya sahip insan. Öyle bir hal aldık ki üriner sistem organının telaffuzundan dahi utanç duyulan. Sırf kadın olduğu için ötelenen, ayrı oturtulan. Her kapının kapalı, her yolun günah olduğu, ezilen, pasifize edilen, yok sayılan. Küfürlerin ana öznesi haline getirilen. Taşınması gerekilen yük olarak görülen. Objeleştirilen. Fallikleştirilen. Yaşamak adına beynini en ince detaylarıyla kullanmak zorunda bırakılan, dolayısı ile zekası daha gelişkin, beyni çok kanallı çalışabilen ama her ortamda küfre, tacize, ötekilenmeye mahkum edilmiş yaşam formu. Onurlu bir yaşam mücadelesi kadın olmak.

20 Haziran 2013 Perşembe

{KI(SA}ÇMALAR)

- Seni seviyorum
- Beni değil, Sendeki tezahürümü
------------------------------------------------------------------------------

Bir bar kapısında yitirdim zatını. Dudaklarımda "deneme sürüşünden" arta kalan ekşimiş bir iki damla tükürük ve elimin sıcaklığının yoksunluk nöbeti ile...
------------------------------------------------------------------------------

Lale'yi okuyorum.
Rap, Rap, Rap.
Postallaştırılmış kafamla.
Derdest edilmiş varlığımızın
hiçliğine şükredip,
kırk ikiye doğacak güneşin arefesinde
bir sınır boyu karakolunda
imparatorlaşıyorum...
Sunaklı bir yolun
ortasına kurulmuş tahtın üstünde
hiçlik merasimi ile
Lale'yi sunuyorum taş bir kadeh içinde,
Zapturapt altında kalan son hecelerime.
O'nu adıyorum.
Ve tüm korkularımı gidermek için
uluyorum;
"Yektir Allah. La ilahe illallah."

Bu izbe, yıkık, viran binada, sınır boyunda
kendimi özlüyorum...

ŞEMSPARE İÇİN

Yaşamından bir günün değerini bildğin gibi bilmelisin bu kitabın değerini. Okurunun elinde saatlerce meşk eden bu mısraların, çiftleşen ve döllenen düşüncelerin kıymetini bilmelisin. Elindekinin yalnız bir kitap değil; Her cümlede, gözün gördüğünün "öte"sindeki dünyaya (yaşam) açılan, zümrüt ve yakut ve dahi sedef kakmalı bir kapı olduğunu idrak etmelisin. Defahatle geçmek üzere bu kapıdan.

Dostlukla...

6 Haziran 2013 Perşembe

İSYAN VE İŞGAL ALTINDA GÜZELLEŞTİ ÜLKEM

Öncelikle bildirmek isterim ki yüreği kocaman bir çapulcu olmaktan aldığım hazzı bu yaşıma kadar hiç bir şeyden almadım. Üç beş ağaçtı ilk başlarda derdimiz, onları sardık sarmaladık. Zulme uğradık. Sonra gördük ki daha büyük sorunlarımızda var sarılmamız gereken. Özgürlüğümüz gibi, gençliğimiz gibi, varlığımız, muhatap lığımız gibi.

Çullandılar üzerimize. Sopa, gaz, su, biber, portakal, ses bombaları ile. Kanun adına kan döktüler. Can yaktılar. Oysa gençliğe can veriyordu düşlerimiz. Sadece dinlenmek, anlaşılmak, ötekileştirilmemek istedik. Kötü mü ettik? Bir nesli saplandığı bilgisayar başındna kaldırdık, anayasal bir hak mücadelesinde saflarda toplandık. Kimiz biz? Kim kontrol ediyor bizi?

Yöneticilerimizi çıldırtan şeyde bu soruların cevapsızlığı oldu zaten. Soruları cevapsız kaldıkça, bir günah keçisi ilan edip onu un ufak edip bu olayları sonlandıramadıkça daha vahşice geldiler üzerimize, biz bir parkta özgürce şarkılar söylerken. Hayatında hiç bir siyasi görüşü olmamış, hiç bir toplumsal olaya karışmamış onlarca genç ilk defa aynı amaç uğruna birleşmiş, umut, kardeşlik ve dayanışma dağıtıyor birbirine. Hiç bir çıkar ummadan bir birine insanca yardım eden insan manzaralı geldikçe Taksimden panik daha da arttı. Çünkü uzun süredir benim memleketimde yardım, birileri tarafından siyasi çıkar amaçlı yapılan ve istenilen elde edildikten sonra yardım edilenin değersizleştiği bir hal aldı. Şimdi kim cürret edebilir ki çıkarsız bir yardım ve dayanışma ruhuna. Ne haddimize.

Hepimiz farkındayız iş çoktan üç beş ağaç meselesinden çıktı. Biz anlaşılmak farkedilmek ve görülmek davası güdüyoruz artık en barışçıl ve insani yollarla.

Taksimde sabahladım 3 gece. 3 gece oturduğum yerden gaz soludum. Barikata da yardım ettim hani sizin şu vandalist diye yaftaladığınız biçimde. Çünkü o barikat olmazsa öldüresiye saldıracaksınız üstümüze. Bizler kimse ile savaşmadan bizi dinlemenizi beklerken sizler en uç enstürümalarınızla yürüyeceksiniz üzerimize.

Biz sağcısı, solcusu, apolitiği, çevrecisi, feministi, çalışanı, işsizi,heteroseksüeli, eşcinseli, ahlaklısı, orospusu sanatçıcı, zanaatçıcı, imanlısı, imansızı kategorize edilmeden tek isim altında toplantık. Gezi direnişçisi.

Medya görmüyor, anlatmıyor, hükümet yanlısı yayın yapıyor peki gerçekler nerede? Orada...

Gezi Parkında, sabaha kadar gerçekler seyre ve desteğe açık duruyor. Şimdi lütfen bu konu hakkında tek kelime dahi etmek isteyen varsa önce kapasın şu lanet olası televizyonları atlasın otobüse, uçağa, vapura gezi parkına gelsin. Çapulcuların diyarına. Çapulcu örf, adet, gelenek ve göreneklerine göre baş üstünde tutulmaya...

30 Mayıs 2013 Perşembe

BEN BU ADAMI TANIYORUM

Artan siyasal baskılar üzerine sivrilen direnişler izlemeye alışır olduk yıllardır. Kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyiz sloganı ile yaşam formlarımız sil baştan şekillendirilmeye çalışılıyor, toplumsal ve siyasal yaşamda.

Yenilenme söylemleri ile gelişen Taksim projesinin berisi ilerisi tartışıladursun, olayın vahim tarafı halka rağmen halk için bir şeyler yapılma çabası. Bugünün idarecilerinin mesken alanı değil Taksim gezi parkı. Hiç bir marjinal grubun ilhak ettiği bir alanda değil. İçerisinde başı açıktan kapalısına, okumuşundan cahiline, gencinden yaşlısına tüm İstanbul eşrafına ev sahipliği yapan beton kuleler arasında sınırları daralmış son nefes alma alanı.  İstanbul halkı burada AVM değil, parkını istiyor. Tıpkı sizler gibi muhafazakar davranıyor. Kendi ideolojinizin bizlerdeki tezahüründen bu kadar mı korkuyorsunuz?

Başbakan emrediyorum olacak diyor. Bir ülkenin başı yerel bir mimari olayı nasıl şahsileştirebiliyor. Nasıl halkın isteklerine gözünü tıkayıp iktidarının meşruiyeti için, iktidarının dayatması için bunu araçsallaştırılıyor.

Halk parkını istiyor beyler. Olduğu yerde, olduğu gibi kalsın istiyor. Medeniyetinizin kepçeleri girmesin istiyor.
İnsanlar direniyor anıları için. Yaşanmışlıkları ve yaşayacak oldukları için direniyor. doğa için sessizce direniyor. Nöbet tutuyor. Ve bir şafak vakti kükrüyor iktidarın şiddeti. Terörize ediliyor bu masumane direniş. Devlet terörü gazlı yüzünü bir kez daha gösteriyor.

Ama onlar dayanıyorlar, direniyorlar, taşla sopayla değil, yaşanmışlıkları ile, bilgileri ile, kitapları ile... Cehaletin önünde üzerine kutsal su gibi serpiyorlar kelimelerini...

Bu adamı tanıyorum, aynı mecliste oturmuşluğum, yemişliğim, içmişliğim var. Ben bu adama öykünüyorum. İnsanlığına, direnişine... Ben bu adamı kutsuyorum kutlu yarınlar adına...

GEÇMİŞE ÖZLEM GELECEĞE KET VURMAK GİBİDİR

Son zamanlarda neo-muhafazakârlaşma ile birlikte büyük bir özlem ateşi tutuşuverdi geçmişe dair. Kimilerimiz bunu salt irtica diye okudu, kimilerimiz ise geçmişin satvetine öykünme. Kemalist ve Milliyetçi cephenin klasik şovenizmine alternatif olarak yeni bir Osmanlıcı şovenist akım peyda oluverdi zihinlerimizde. İktidar eli ile gelişen bu yeni akımda biricik olma idealimiz yok olup bir ecdat edebiyatına tabi olur oluverdik. Artık yediğimiz içtiğimiz ne varsa bu ecdada göre stilize edilmeye başlandı. Senin ecdadın onu yapmadı sen nasıl yaparsın? Bir bakıma ecdadımı yok eden bu mantık yaklaşımı şimdi yarınlarımızı yok etmek için mi yeniden alevlendiriliyor acaba diye sormuyor değilim. Ecdadım(!)’ın yaptıklarından değil ama yapamadıklarından sorumlu değil miyim ben ileriye yürüyebilmek adına.

Bizim şu kutsalcı ırk anlayışımız düşündürür beni her zaman.  Ecdadımın ahlakı gibi olmalı ya ahlakım hareme çevirmeli o halde yatak odamı. Yabancı kadınları tövbe haşa kul etmeliyim kendime. Babamın mirasının muktediri olmak adına ağabeyimin kanına bulamalıyım elimi. O çok temiz ahlakı ile buladı ya ecdadımız elini Bedreddin’in kanına. Bende nice beni eleştireni asıp kesmeliyim…

Peki hiç soruyor muyuz; Neden nice hanedan mensubuna torun edilmeye çalışılmamız, Neden nice eserimize onları yad eden isimler vermeye çalışıyor olduğumuz? Bilinçaltımıza düşüncesi mi ekilmeye çalışılıyor acaba bugünün erklerine kul olmayışımızın, onlarca addedilen utancı?

Benim dedem neden eli kılıç tutan haşmetli padişahlarda, neden kalemi, mürekkebi kendine yaren edilmiş niceleri değil? Neden o kıtaları birbirine bağlayacak olan şanlı köprünün adı vaktinde insanları dünyevilik ile uhrevilik arasında bağlayan nice ismi şah mürşit âlimlerden biri değil? Dante dahi yâd ederken ölümsüz eserinde İbn-i Sina’yı bizim görmezden gelişimiz niye? Baki, Nedim ve kellesini kalemi için ortaya koyan Nef’i nam şerefli insanın torunu olmamız neden yasak?


Birilerinin muktediriyatına atıftan ziyade, kula kulluktan bizleri ırak tutukları için mi?

28 Mayıs 2013 Salı

AVAMDAN HAVASA BİR KÜLTÜR GEÇİŞİ

Modern dünyanın handikaplarından kaçış noktamızdır avamlık çoğu zaman. Çağdaş yaşamın yüklediği anlamsız ama sürekli takınmamız gereken seçkin halet-i ruhiyeden sıkılıp atarız kendimizi avamın pejmürdeliğine. Kimi zaman yorgun düşmüş oluruz kimi zaman sıkılmışızdır. Sebeplerimiz farklı olsa da buluşma noktamız belli.

Toplumsal statülerimiz sahibi olduğumuz metaların gücüne bağlandığı günden itibaren, kendimizi temsil etmemizin aracı oldu havas şeyler. Ve şeylerin metalaşması izledi bunu günbegün. Şimdi mekânların metalaşması konuşuluyor. İş böyle olunca da modern dünyanın yüklerinden kaçış alanı olan o gösterişsiz, seçkin dışı mekânlarımızı yitirir olduk.

Zamanın İzmit’inde kapısını arşınladığım nice mekân bu geçişe meydan okuyamamış bir, bir yok olmuş. Şimdi kent ortasında egzoz dumanında kaldırımda oturuyor kent entelijensiyası. Statüsel bir ayrım oluşmuş kimse fark etmeden. Entelijensiya mensupları egzoz dumanı eşliğinde “Latte”lerini yudumlarken bizim gibi bir kaçışın yolcuları belediye eli ile inşa edilmiş lakin avamlıktan uzak mekânları mesken tutar olmuş.

Yaşantısal farklılıklarda oluşturmuşuz elbette bu arada.  Eskinin o salaş yaşam tarzı şimdilerde kendini zapturapt edilmiş bedenlere bırakmış. Kafanızı nereye çevirseniz maskülen erkekler, nereye çevirseniz 0 beden bayanlar. Geçmişin salaşlığının yarattığı boş zamanda zihnimizi yorabilirken dünyanın devinimlerine, şimdilerde dünyamız kıyafetimizin metasal değeri ve bedenimizin ölçüleri ile sınırlanmış. 

Apolitize ediyor her birimizi havas yaşam tarzı. Ya çoğumuz yeni metasal statülerin tozpembe getirilerinden fark etmiyoruz ya da ciddi anlamda bir yozlaşma içerisindeyiz. Batının yaşam tarzına entegre ederken kendimizi aynı batının bilgi diyalektiğinden yoksun bırakılıyoruz. Ve yahut günah keçisi aramaya hacet yok bizzat kendimiz yapıyoruz bunu.


Son tahlilde tavanlarından örümcek sarkan tahta sandalyeli mekanlardan deri koltuklu “elitist” mekanlara ve yine son tahlilde doyasıya Nazımdan konuşulabilen, memleketin tozu attırılan masalardan, tek konusu kimin ne giydiği nerede kiminle oturduğu olan pespaye muhabbetlere fütursuz bir yürüyüş içerisindeyiz… 

26 Nisan 2013 Cuma

Eskiliyor Esaretim Günbegün

Zapt rapt altındayım bir süredir. Palaskanın sıktığı düşüncelerimden yoksun, hayallerim kesmiş haki yeşile, lâzaman ve lâmekan, tıpkı bir ayrıksı otu gibi, bir ot gibi ayrıksılığım. Nicedir içimde sandıkta kilitli kelimelerim, koşuşmalarım, kahkahalarım. İmgelerim sandık lekesi. Yazmadım, yazamadım. Korktum düpedüz. Bir tarla faresi gibi kaçtım ve okumaya sığındım, gölgesinden dahi korkarak kalemin.

Bulgar kızını düşündüm, içim daraldı. Kaçtım. Tuluğ'a baktım yad ettim, ufunet bastı. Saklandım. Bir Despina'yı korkmadan saklanmadan kaçmadan özledim. Bildim ki sormayacak yaşadıklarımı, hatırlamayacak bile yokluğumu. Defahatle hapsetmeyecek beni bu gettoya. Bir onu öyle saf, öyle aşk ile ve dahi muhabbetle zikrettim. Despinam... Benim sarışın, dehşetengiz masum sevdiğim...

Şimdi yorgunluğu yüzlerce günün ve olanca ağırlığınca özgürlüğe uzanan son 19 günün, Leşkoşa'da bir yanımda Türk Kahvem kulağımda eskilerden bir kaç tını yazıyorum size, geleceğe, geleceğin gebeliğine...

Geliyorum, yaz(a)madıklarımın tüm dehşetengizliği ile...

Muhabbetle...

Canberk Noyan
Leşkoşa/Kıbrıs